Düşmüş,
hakarete uğramış bir insan için çevresindekilerin ona yardıma
koşmaları çok ağır bir şeydir...
*
Kendi
kendine yalan söyleyip, söylediği yalana inanan kimse sonunda işi,
kendi içindeki, çevresindeki gerçekleri tanımamaya, bunun sonucu
olarak da kendisine ve çevresindekilere saygı duymamaya dek vardır.
Kendi kendine saygısını yitirince içinde sevgi diye bir şey de
kalmaz insanın. İçinde sevgi olmayınca oyalanmak, eğlenmek için
kötü tutkulara, iğrenç şehvete bırakır kendisini, hayvanca yaşamaya
başlar.bütün bunların tek nedeni insanın, çevresindekilere ve
kendi kendine yalan söylemesidir. Kendine yalan söyleyen kimse
herkesten çabukta gücenebilir. Gel gelelim, gücenmek bazen hoş
bir şeydir, ne dersiniz? Onu hiç kimsenin incitmediğini, hakaret
etmediğini bile bile, hiç yoktan bir hakaret yaratmak, iş olsun
diye kendi kendine yalan söylemek, olayları büyütmek, bir sözcüğü
diline dolamak, pireyi deve yapmak bazen insana zevk verir. Bunun böyle
olduğunu bilir, bilir ya gene de önce kendisi gücenir, sonra da yürekten
kin beslemeye başlar kendine hakaret eden insana...
*
Kişioğlunun
yaşamındaki yüce sır, geçmiş üzüntüleri zamanla durgun, içli
bir sevince dönüştürür; Genç, fıkır fıkır kanın yerini
uysal, anlayışlı bir yaşlılık alır.
*
“...Dünyanın
değişebilmesi için önce insanların değişmesi gerekir. Herkes
birbirinin gerçek kardeşi olmadığı sürece insanların kardeşliğinden
söz edilemez. Kişioğlunun yaratılışı, hakkına razı olmaya bırakmaz
onu hiçbir zaman. Bu yüzden herkes kendine verileni az bulup
homurdanacaktır her zaman. Başkalarını çekemeyecek, onları yok
etmeye çalışacaktır. Bunun ne zaman gerçekleşeceğini
soruyorsunuz. Gerçekleşecek ama önce kişioğlunun yalnızlaşma
çağının sona ermesi gerekmektedir.” –“Hangi yalnızlaşmadan
söz ediyorsunuz?” diye sordum. “Şimdi, özellikle bu son günlerde
giderek her yerde yaygınlaşan yalnızlaşmadan. Henüz tam başlamadı,
zamanı gelmedi... çünkü şimdi herkes kişiliğini tam olgunluğa
erdirmek, hayatı tanımak çabasındadır. Ne var ki olgunlaşacağız
derken evrende
yapayalnız olduklarını gördükleri için, bu çabaları kendi
kendilerini yok etmekle sonuçlanır. Çünkü günümüzde herkes
kopmuştur toplumdan, kendi kabuğuna çekilmiştir. Herkes
birbirinden uzaklaşıyor, saklayabildiğince şeyi de kendine saklıyor.
Sonunda insanlardan kaçmaya başlıyor kişi. Kendi başına para
biriktirirken şöyle düşünüyor: “Şimdi ne güçlüyüm! Hiçbir
şeyden korkum yok artık!” Oysa ne denli zengin olursa, onu yok
edecek güçsüzlüğün içine o denli gömüldüğünü bilmez çılgın.
Çünkü tek kendine güvenmeye alışmıştır. Toplumdan kopmuş,
ruhuna, insanların yardımına inanmamayı, insanlardan bir şeyler
beklememeyi öğretmiştir. Paralarının, onların ona verdiği
hakların kaybolmasından korkar yalnızca. Çağımızda insanlar gülünç
bir inatla, kişiliğin gerçek güvenliğinin, yalnız başına çalışmakta
değil, tüm insanlığın beraberliğinde olduğunu anlamamakta
diretiyorlar. Ama hiç kuşku yok ki, bir gün gelecek, bu ürkünç
yalnızlık da sona erecek, insanlar birbirlerinden kopmalarının
anlamsızlığını bir anda anlayacaklar. Bunca zaman karanlıkta
nasıl oturduklarına, ışığı göremediklerine şaşacaklar.
*
Duygularımızın,
düşüncelerimizin kökü de başka dünyalardadır. Filozofların,
hiçbir şeyin aslının bu dünyada anlaşılamayacağını söylemelerinin
nedeni de budur. Tanrı başka dünyalardan aldığı tohumları dünyamızda
ekmiş, bahçesini yetiştirmiştir. Filiz verebilen tohumlar
filizlenmiştir. Ne var ki, bu bahçede yetişenler yalnızca, öteki
esrarlı dünyalarla olan ilişkilerinin duygusuyla yaşarlar. Bu
duygu yitiyor ya da zayıflıyorsa ruh ölüme gidiyor demektir. Kişi
o zaman umursamamaya başlar yaşamı, hatta nefret eder ondan.
*
Büyük Engizisyoncu
(
Bu alıntı, iki kardeş
olan Aleksey (Alyoşa) ve İvan Karamazov arasında geçen konuşmada
İvan’ın tasarladığı şiiri kardeşine anlattığı Karamazov
Kardeşler isimli kitabın Büyük Engizisyoncu
bölümünden alınmıştır. Kitabın okurlarını en çok
etkileyen, yazarın dehasını bir kez daha gözler önüne serdiği
din-insanlık-inanç-özgürlük-mutluluk vb. kavramlarını yeniden
sorgulatan, belki de, “Karamazov Kardeşler” denildiğinde akla
gelen ilk bölümlerinden biridir Büyük Engizisyoncu. )
-(İsa’nın
on beş yüzyıl önce “yeniden geleceğim” dediğini yazıyordu
kitaplar. Daha yeryüzündeyken “Yeniden geleceğim günü, saati
göklerdeki Babamdan başka hiç kimse bilmez.onun oğlu olan ben
bile bilmiyorum, demişti.” İvan şiirinde İsa’nın yeniden
gelişini anlatıyor.).... Bir an bile olsa, acılar, kederler içinde
kıvranan, iğrenç günahlara batmış, ama gene de O’na çocuksu
bir sevgiyle bağlı olan ulusa görünmeye karar verdi. Yapıtımdaki
olay İspanya’da, Sevil’de geçiyor. Tanrının onuruna her gün
ateşler yükseldiği,
Yüce otodafe’de*
Dinsiz çılgınlar yakıldığı,
yıllar...
Ah, elbette bu gelişi, söz verdiği gibi, dünyanın sonu yaklaşırken
göksel bir görkem içinde, “doğudan batıya çakan bir şimşek”
gibi birdenbire inişi değildir. Hayır, bir an içinde olsa,
dinsizlerin yakıldığı ateşlerin çatırdadığı ülkedeki
evlatlarını görmek istemiştir. On beş yüzyıl önce insanlar
arsında üç yıl gezdiği insan kılığıyla girmiştir aralarına
gene. Bu güney kentinin sıcak alanına iniyor. Aynı alanda bir gün
önce kralın, sarayların, şövalyelerin, kardinallerin, göz kamaştırıcı
soylu bayanların, Sevil’lilerin gözleri önünde kardinal büyük
engizisyoncu görkemli bir otodafe’de ad mojerm gloriam Dei
yüzlerce din düşmanını yakmıştı. Sessizce, belirsizce gelmişti,
ama herkes tanıdı O’nu pek gariptir bu. –Yapıtımın en güzel
yerlerinden biri burası olabilir, hemen tanınması üzerine parlak
sözler edilebilir. Halk önüne geçilmez bir güçle O’na koşuyor,
çevresini alıyor, peşine takılıyor. Hiçbir şey söylemeden,
sonsuz merhamet dolu bir
gülümsemeyle geçiyor aralarından. Sevgi güneşi parlamaktadır
kalbinde. Mutluluk, bilgi, güç ışıkları dökülür gözlerinden.
Bu ışıklar çevresindeki insanların içine dolar, onlarında
kalplerinden sevgi taşar. Kollarını öne uzatıp insanları
kutsar, O’na hatta giysisine dokunanlar hastalıklarını bir anda
yenen üstün bir güce kavuşurlar. O anda, çocukluktan beri kör
bir ihtiyar kalabalık arasından “Rabbim, bana şifa ver de görebileyim
seni,” diye bağırıyor. O anda, gözlerinin önünde bir perde
varmışta çekilmiş gibi görmeye başlıyor ihtiyar. O’nu görüyor.
Halk ağlıyor, ayağını bastığı yerleri öpüyor. Çocuklar çiçek
atıyorlar önüne, “Yardımcımız ol!” diye bağırıyorlar.
Herkes “O’dur, diyor. O’ndan başkası olamaz.” Sevil
katedralinin kapısında gelip duruyor. Tam o anda bir
kalabalık ağlaya sızlaya, beyaz, üstü açık, küçük
bir tabut getirmişlerdir katedrale: Varlıklı bir kentlinin yedi
yaşındaki küçük kızı ölmüştür. Çiçekler içinde
yatmaktadır kızcağız. İki gözü iki çeşme ağlayan anneye
“Yavrunu diriltecek,” diye bağırıyorlar kalabalıktan. Tabutu
karşılamaya çıkan katedral papazı şaşkın çevresine bakıyor,
kaşlarını çatıyor. Yavrusu ölen annenin çığlığı
duyuluyor birden. O’nun ayaklarına kapanıyor, kollarını havaya
kaldırıp “Gerçekten O’ysan dirilt yavrumu!” diye yalvarıyor.
Herkes duruyor, tabutu indiriliyor, tam ayaklarının dibine bırakılıyor.
Merhametle bakıyor, ağzından tane tane şu sözcükler dökülüyor:
“Kalksın kız.” Kız tabutun içinde doğrulup oturuyor, şaşkınlıktan
açılmış gözleriyle gülümseyerek bakınıyor. Tabutta yatarken
elinde tuttuğu beyaz gül demetini bırakmamıştır hala. Kalabalık
çalkalanır, herkes bağırmaya ağlamaya başlamıştır. İşte
tam bu anda katedralin önündeki alandan büyük engizisyoncu
kardinal geçer. Doksan yaşlarında, uzun boylu zayıf yüzlü, gözleri
gez çukurlarına kaçmış, ama bakışları
gene de çakmak çakmak, dimdik yürüyen bir ihtiyardır bu.
Ah, dün Roma dininin düşmanlarını yakarken giydiği kardinal
giysisi değildir üzerindeki. Kaba bir rahip cüppesi vardır
omuzlarında. Birkaç adım arkasından yardımcıları, kulları,
“kutsal” koruyucuları yürümektedir. Kalabalığın önünde
durup, uzaktan bakıyor. Her şeyi, tabutu O’nun ayaklarının
dibine koyduklarını da, kızın dirilişini de görmüştür.
Surat asıyor birden. Ak düşmüş gür kaşlarını çatıyor. Bakışı
kötü kötü parlıyor. Parmağıyla onu gösterip, koruyucularına
“yakalayın,” diye buyuruyor. Kardinal öylesine güçlüdür,
halk öylesine korkar ondan ki, hemen geri çekilir kalabalık,
koruyuculara yol açar. Bir anda ortalığı kaplayan ölüm
sessizliği içinde yakalarlar O’nu, götürürler. Halk hep
birden eğiliyor büyük engizisyoncunun önünde, beriki hiçbir şey
söylemeden kutsuyor onları, yürüyüp gidiyor. Koruyucular
tutukluyu kutsal mahkemenin eski yapısındaki karanlık, dar,
kemerli zindana götürüp kapıyorlar. Gün batıyor, sıcak,
“yaprak kıpırdamayan”, karanlık bir Sevil gecesidir... Hava
“defne,limon kokuyor.” Gecenin zifiri karanlığında zindanın
demir kapısı açılıyor birden, elinde bir kandille
büyük engizisyoncu yavaş yavaş giriyor içeri. Yalnızdır,
kapı hemen kapanıyor arkasından. Kapının yanında durup uzun
uzun O‘nun yüzüne bakıyor. Sonunda yavaşça yaklaşıyor,
kandili masanın üzerine koyuyor, şöyle diyor:
-Sen misin O? Sen misin?
Ama karşılık alamayınca aceleyle ekliyor:
-Cevap verme bana, sus. Zaten
ne söyleyebilirsin ki ? Ne söyleyeceğini çok iyi
biliyorum. Hem daha önce söylediklerine bir şey ekleme hakkında
yok zaten. Niçin işimize engel olmak istiyorsun. Bize engel olmaya
geldin, kendinde biliyorsun bunu. Ama yarın ne olacak, biliyor
musun? Kimin nesi olduğunu bilmiyorum, O musun, yoksa onun benzeri
misin, bilmek de istemiyorum. Ama yarın cezalandıracağım seni,
dinsizlerin en azgını diye yaktıracağım. Bugün ayaklarını öpen
o insanlar var ya, işte onlar bir baş işaretimle ateşini tutuşturmak
için birbirleriyle yarışacaklar. Biliyor musun bunu?
Kardinal gözlerini tutsağın gözlerinden bir
an ayırmadan duygulu bir dalgınlıkla,
-Öyle ya, diye ekledi. Belki de biliyorsundur
bunu.
Hiç konuşmadan ağabeyini dinleyen Alyoşa gülümsedi.
-Anlamıyorum bunları İvan, dedi. Sınırsız
bir hayal gücünün ürünü mü anlattıkların, ihtiyarın gördüğü
bir düş mü, yoksa tuhaf bir quid pro quo
mu?
İvan da gülümsedi.
-Günümüzün gerçekliği böylesine sardıysa
seni, hayal ürünü hiçbir şeyi kabul edemiyorsan, sonuncuyu
kabul et bari. Madem ki quid pro quo diyorsun, öyle olsun.-Gene gülümsedi
İvan-Gerçektir, doksan yaşındadır ihtiyar, inancıyla
aklını çoktan bozmuş olabilir. Tutsağı, dış görünüşüyle
şaşırtmış da olabilir onu. Nihayet bir sayıklama, doksanlık
bir ihtiyarın ölüm öncesinde gördüğü bir düş de olabilir.
Bir gün önce yüz kafiri yaktırmanın verdiği heyecanı da
bunlara eklersen... hem ha quid pro quo olmuş, ha sınırsız bir
hayal ürünü, bize göre hepsi bir değil mi? Önemli olan
ihtiyarın konuşmak istemesidir, doksan yıl içinde sakladığı,
sözünü etmediği şeyleri yüksek sesle anlatıyor.
-Tutsak hep susuyor mu? Yüzüne bakıyor ağzını
açmadan dinliyor değil mi?
İvan gene gülümsedi.
-Evet, öyle olması gerekir zaten. Daha önce söylenenlere
bir şey eklemeye hakkı olmadığını söylüyor ona. Doğrusunu
istersen, Roma Katolikliğinin en önemli özelliklerinden biriyle büyük
benzerlik vardır bunun arasında. Hiç değilse ben böyle düşünüyorum:
“Papaya her şeyi söyledin öyleyse her şey Papanındır şimdi,
artık gelme yer yüzüne, son ana kadar işimize karışma.” Böyle
söylemekle kalmıyor, bunu kitaplarında yazıyorlar bile, hiç değilse
Cizvitler yapıyor bunu.. Din bilginlerinin kitaplarında ben
okudum. İhtiyar şöyle soruyor O’na: “Geldiğin dünyanın
bilinmezliklerinden olsun söyleyebilir misin bize?” Yanıtı da
kendi veriyor: “Hayır, daha önce bildirdiklerine ekleyecek bir
şeyin yok. Yeryüzüne önceki gelişinde öylesine savunduğun özgürlüğü
çekip alamazsın kişioğlunun elinden. Şimdi bildireceğin her şey
kişioğlunun inanç özgürlüğüne darbe indirecektir. Çünkü
bir mucize olacaktır bu, oysa bin beş yüz yıl önce onun özgürlüğü
senin için en değerli şeydi. O zaman sık sık şöyle söyleyen
Sen değil miydin: “Özgürlüğünüze kavuşturmak istiyorum
sizi.” –İhtiyar birden dalgın dalgın gülümsüyor.-Ama bu
“özgür insanları” gördün işte. Gözlerinin içine sert
sert bakarak şöyle ekliyor: “Bu çok pahalıya oturdu bize, ama
Senin adına bir sonuca erdirdik bu işi sonunda. Bu özgürlük yüzünden
on beş yüzyıl acı çektik, ama bitti artık. Kökünden
hallettik sorunu. Kökünden hallettiğimize inanmıyor musun? Tatlı
tatlı bakıyorsun yüzüme, bana kızmayı bile gerekli bulmuyorsun
öyle mi? Ama şunu bil ki şimdi, özellikle günümüzde kişioğlu
her zamankinden daha bir özgür olduğuna kesinlikle inanmaktadır.
Oysa kişisel özgürlüğünü kendisi getirmiş, saygıyla ayaklarımızın
dibine bırakmıştır. Ama biz yaptık bunu. Böyle bir özgürlük
müydü Senin istediğin?”
Alyoşa ağabeyinin sözünü kesti:
-Gene anlayamıyorum, ihtiyar alay mı ediyor?
-Hiç de alay etmiyor. Tersine, insanları mutlu
kılmak için özgürlüğü sonunda yenebilmelerini kendisi için
de, adamları için de kıvanç verici bir görev saydığını
belirtmek istiyor. “Çünkü ancak şimdi insanların mutluluğu
üzerine düşünebiliyor (engizisyondan söz ediyor kuşkusuz.) Kişioğlu
baş kaldırıcı olarak yaratılmıştır. Baş kaldıranlar mutlu
olabilir mi hiç? Seni uyardılar. Uyarma, öğüt ettik değildi,
ama dinlemedin hiç birini. Kişioğlunun mutlu kılınabileceği
tek yolu kabul etmedin. Neyse ki giderken bize bıraktın işleri.
Vaat ettin, söz verdin, işleri yürütmek hakkını bize tanıdın,
şimdi bu hakkı elimizden almayı düşünmezsin umarım. Niçin
geldin, işlerimize engel oluyorsun?”
-Uyarmanın, öğütün eksik olmaması ne anlama
geliyor? diye sordu Alyoşa
-İhtiyarın asıl söylemek istediği de bu işte.
-“Ürkünç, zeki ruh, yok etme ve yokluk ruhu,
-konuşmasını sürdürüyor ihtiyar-, yüce ruh çölde konuşmuş
Seninle, kitaplarda yazılıdır bu, sözde “yolunu
şaşırtmak” istemiş. Öyle mi? Sana üç soruyla
bildirdiği, kabul etmediğin, kitaplarda adı “yol şaşırtıcı”
diye geçen şeylerden daha bir gerçek şey var mıdır? Aslında,
yeryüzünde gerçek, ulu bir mucize olmuşsa, o gün, bu üç soru
mucizeydi. Yalnızca denemek için şöyle düşünebilsek: Ürkünç
ruhun sorduğu bu üç soru kitaplardan silinip gitse, onları
yeniden bulup, düşünüp kitaplara yazmak gerekse; bunun için dünyanın
en bilge kişilerini –yöneticilerini, din bilginlerini, bilim
adamlarını, filozoflarını, ozanlarını- toplayıp şöyle
deseler: Düşünün taşının,
üç soru bulun, ama bu soruların gerçekle çelişmemelerinden başka,
üç sözcükte, yalnızca üç tümcede dünyanın, kişioğlunun bütün
geleneğini anlatmaları gerekmektedir. Yüce, zeki ruhun çölde
Sana gerçekten sorduğundan kuşku edilemeyecek o üç soruya güç,
derinlik bakımından yaklaşılabilecek bir soru bile bulunabileceğini
sanıyor musun? Yalnızca bu sorular, onların ortaya çıkışındaki
mucize bile karşısındakinin geçici, dünyasal değil ölümsüz,
gerçek bir zeka olduğunu göstermeye yetiyor. Çünkü insanlığın
geleceği tüm olarak bu sorularda dile gelmiş, kişioğlunun yeryüzündeki
çözümlenememiş, tarihsel çatışmaları bu sorularda biçimlerini
bulmuştur sanki. O zaman şimdiki kadar açık seçik olamazdı bu
sorular, böylesine rahat anlaşılamazdı. Çünkü geleceği
bilemez insan. Ama şimdi on beş yüzyıl geçti aradan, her şeyin
bu üç soruda kesinlikle haber verildiği, olayların burada söylenenlere
öylesine uyduğu kanısındayız ki, bunlara bir şey eklemek, yada
çıkarmak olmaz!
Kendin söyle, Sen mi haklıydın, o zaman Seni
sorguya çeken mi? Birinci soruyu anımsa. Kelimesi kelimesine
olmasa bile, anlamı aşağı yukarı şöyleydi: “İnsanların
arsına katılmak istiyorsan, hem de elin kolun boş... Özgürlük
sözcüğünü götürüyorsun onlara yalnızca, oysa onlar basit,
doğuştan basit yaratıklar oldukları için bu sözcüğü
anlayamayacaklardır. Korkacaklardır, dehşete düşeceklerdir.
Çünkü kişioğlu için özgürlük sözcüğünden daha anlamsız
bir şey olamaz! Oysa şu kızgın çöldeki taşlarlı görüyor
musun? Onları ekmek yap, insanlar koyun sürüsü gibi gelirler peşinden.”
Ama kişioğlunun özgürlüğünü elinden almayı istemedin sen,
bu öneriyi reddettin. “Onların bana bağlılıkların ekmekle
satın alırsam özgürlük nerede kalır? diye düşündün. “Kişioğlu
yalnız ekmekle yaşamaz” dedin. Ama toprak ruhunun bu ekmek uğruna
Sana baş kaldıracağını, Seninle cenkleşeceğini, Seni yeneceğini,
bütün insanların “Bu canavarın
dengi yok, bize gökten ateşi indirdi” diye bağırarak onun peşinden
koşacağını biliyor musun? Yüzyılların geçeceğini insanların
kendi akılları ve bilim ağzıyla konuşmaya başlayacaklarını,
dine karşı suç işlemek diye bir şeyin, dolayısıyla günahın
olmayacağını, yalnızca açların bulunacağını söyleyeceklerini
biliyor musun? Sana karşı kaldırılan, senin tapınağını yıkacak
olan sancakta “İnsanı doyur, sonra erdem iste ondan!” diye yazıyor.
Tapınağının yerinde yeni bir yapı, gene ürkünç bir Babil
Kulesi yükselecek. Gerçi eskisi gibi o da tamamlanamayacak ya, bu
yeni kuleden gene de kaçınılabilir, kişioğlunun acısını bin
yıl kısaltabilirdin. Çünkü kuleyle bin yıl uğraştıktan
sonra nasıl olsa bize gelecekler! O zaman gene yer altında,
katakomplarda saklanır bulacaklar bizi (çünkü gene kovulacağız,
eziyet edecekler bize), bulunca şöyle bağıracaklar: “Karnımızı
doyurun, bizlere göklerden ateş indirmeyi vaat edenler sözlerini
tutmadılar.” O zaman biz tamamlayacağız onların kulesini, çünkü
karınlarını kim doyurursa onun başaracağı iştir bu. Karınlarını
da ancak biz, Senin adına, Senin için yalan söyleyerek
doyurabiliriz. Ah, hiçbir zaman, biz olmasak hiçbir
zaman doymaz karınları. Özgür kaldıkları sürece hiçbir
bilim ekmek sağlamaz onlara. Ama sonunda özgürlüklerini getirip
ayaklarımızın dibine bırakacaklar, “Köleniz olalım daha iyi,
yeter ki doyurun karnımızı” diyecekler. Özgürlükle ekmeğin
ikisinin bol ölçüde bir insanda bulunmasının anlamsız olduğunu,
çünkü bu iki şeyin hiçbir zaman uzlaşamayacaklarını sonunda
kendileri anlayacaklardır! Güçsüz, ahlaksız, zavallı baş
kaldıran oldukları için hiçbir zaman özgür olamayacaklarına
da inanç getireceklerdir. Göksel ekmek vaat
ettin onlara, ama gene söylüyorum, Senin bu ekmeğin güçsüz,
sonsuza dek lanetlenmiş, nankör kişioğlunun gözünde dünya
ekmeğinin yerini tutabilir mi hiç? Hem göksel ekmek için
binlerce, on binlerce insan Senin peşinden gelse bile, göksel
ekmek uğruna dünyasal ekmekten vazgeçebilecek kadar güçlü
olmayan milyonlarca, milyarlarca zavallı ne olacak? Yoksa yalnız
on binlerce büyük, güçlü insan mı değerlidir Senin için?
Geri kalan milyonlarca güçsüz, ama Seni seven insan, büyüklerin,
güçlülerin gereci mi olacaktır? Hayır, güçsüzlerde değerlidir
bizim için. Ahlaksızdırlar, baş kaldırandırlar, ama sonunda söz
dinler de olacaklar. Bize hayran kalacaklar. Başlarına geçip,
onları özgürlükten kurtardığımız için bize Tanrı gözüyle
bakacaklar... Özgürlük öyle ağır gelmeye başlayacak onlara
sonunda!..Ama biz, Senin yolunda olduğumuzu, Senin adına hüküm sürdüğümüzü
söyleyeceğiz. Gene kandıracağız onları, çünkü bir daha yanımıza
yaklaştırmayacağız Seni. Bizlerin acıları da bu kandırmada
toplanacak, çünkü yalan söylemek zorunda kalacağız. İşte
çölde sorulan ilk sorunun anlamı buydu. En değer verdiğin özgürlük
uğruna işte bunu reddettin. Öte yandan bu soruda dünyanın büyük
bir sırrı da yer almaktaydı. “Ekmek” sözcüğüne itiraz
etmeseydin, insanlığın en büyük sorunlarından birini halletmiş
olurdun. “Kime tapınmalı?” sorunudur bu. Kişioğlu için, başıboş
kalınca hemen tapacak bir şey bulmak telaşından daha acılı bir
kaygı yoktur. Ama hiç kimsenin kuşku edemeyeceği, büyüklüğüne
herkesin bir anda inanacağı, önünde eğileceği bir şey arar kişioğlu.
Çünkü bu zavallı yaratıkların asıl dertleri, benim yada başka
birisinin tapınacağı bir şey bulmak değildir. Herkesin inanacağı,
önünde eğileceği, herkesin hep birlikte tapınacağı bir şey
bulmak isterler. İşte tapınmadaki bu genellik her insanın, tüm
insanlığın yüzyıllardan beri en büyük acısıdır. Hep
birlikte tapınmak için birbirlerini öldürmüşlerdir.
Kendilerince Tanrılar yaratıp birbirlerine şöyle seslenmişlerdir:
“Tanrılarınızı bırakın, bizim Tanrımıza tapının.
Yoksa sizi de Tanrılarınızı da öldürürüz!” Dünyanın
sonuna dek böyle olacaktır bu, yeryüzünde Tanrılar kalkınca
bile değişmeyecektir durum: Bir şeyi değiştirmez Tanrıların
kalkması, putların önünde yere kapanırlar. Kişioğlunun yaratılışındaki
bu en önemli özelliği biliyordun Sen. Bilmemen olmazdı, ama
insanları Sana tapmak zorunda bırakacak gerçek bayrağı, dünyasal
ekmek bayrağını özgürlük uğruna, göksel ekmek uğruna kabul
etmedin. Öteki yaptıklarına da şöyle bie göz at. Ne yaptıysan
hepsi özgürlük uğrunadır! Söylüyorum Sana, zavallı kişioğlunun,
doğuştan sahip olduğu özgürlüğünü bir an önce verebileceği
bir varlık aramaktan daha bir acılı kaygısı yoktur. Ama kişioğlunun
özgürlüğünü, onun vicdanını kim huzura kavuşturursa o elde
edebilir ancak. Ekmek Senin için büyük bir fırsattı: Ekmeği
verince Sana taparlardı, çünkü ekmekten daha güçlü bir şey
yoktur. Ama bu arada Senden başka biri de onun vicdanını ele geçirirse...
Senin ekmeğini bile fırlatır atar o zaman, vicdanını çelenin
peşinden gider. Bu bakımdan haklıydın. Çünkü kişioğlunun
varoluş sırrı, yalnızca yaşamakta değil, yaşamanın
nedenindedir. Kişioğlu, niçin yaşadığını kesin olarak
bilmeyince, dünya nimetine boğulmuş olsa bile, yaşamaktansa bir
an önce ölmeyi yeğler. Böyledir bu, ama ne oldu: Kişioğlunu
elindeki özgürlüğü alacağına, daha çoğunu verdin ona. İyiyle
kötüyü seçmenin kişioğlu için huzurdan, hatta ölümden daha
istenmeyen bir şey olduğunu unuttun mu yoksa? Kişioğlu için
vicdan özgürlüğünden güzel, ama aynı zamanda acı bir şey
yoktur. İşte böylece kişioğlunun sonsuz huzurunun temelini
atacağına; olmayacak, bilinmez, belirsiz şeyler aldın ele, insan
gücünü aşan yolu tuttun, yani kişioğlunu sevmiyormuş gibi
davrandın, hem de kim yaptı bunu: Onların uğruna ölmemek için
dünyaya gelen Sen! Kişioğlunun özgürlüğünü elinden alacak
yerde, çoğalttın bu özgürlüğü, insanlığın ruhsal dünyasına
sonsuza dek sürecek acılar kattın. Kişioğlunun özgür olmasını
istemen, onun Sana bağlanarak, Seni içten severek peşinden
gelmesini özlemendi. Eski doğal yasalar yerine yeni bir yasa
getirdin: Kişioğlu Senin önderliğinde, neyin iyi neyin kötü
olduğuna özgür olarak kendisi karar verecekti artık. Ama seçme
özgürlüğü gibi ürkünç bir yükün altında ezilen kişioğlunun
sonunda Senin önderliğini, hatta gerçeğini de reddedeceğini düşünmedin
mi hiç? Gerçeğin sende olmadığını bağırmaya başlayacaklardır
sonunda. Çünkü öyle olsa, arkanda bunca çözülmemiş sorun bırakıp
onları şaşkınlığa, acıya salmazdın, diye düşünecekler. Böylece,
krallığının yıkılmasına kendin fırsat vermiş oldun, bundan
böyle kimseyi suçlama artık. Oysa bu muydu sana önerilen? Bu güçsüz
baş kaldıranı, gene onların mutluluğu için yenecek, sonsuza
dek tutsak edecek üç güç vardır yeryüzünde, bunlar: Mucize, sır
bir de otoritedir. Üçünü de reddettin Sen, bu durumun suçlusu
Sensin. Ürkünç, sonsuz zeki ruh Seni tapınağın tepesine çıkarıp,
“Tanrının oğlu olup olmadığını öğrenmek istiyorsan
kendini aşağı at, çünkü Tanrının oğlunu meleklerin tutacağı,
bir yeri incinmesin diye onu yere yavaş yavaş indireceği söyleniyor.
Tanrının oğlu olduğunu kanıtla, babana ne denli inandığını
göster.” Dediğinde kabul etmedin, atmadın kendini aşağı. Ah,
soylu, gurur dolu, Tanrıya yaraşır bir davranıştır bu elbette,
ama insanlar, zavallı baş kaldıran yaratıklar ne anlar bundan!
Ah, bir adım öne atsan, aşağı atlamak için yerinden kıpırdasan,
o anda inancını yitirmiş olacağını, kurtarmaya geldiğin yeryüzüne
çarpıp parçalanacağını, yolunu şaşırtmaya gelen zeki ruhun
istediğinin de bu olduğunu anlamıştın. Ama gene söylüyorum,
Senin eşin var mı ki? Bir an için bile olsa, insanların böylesi
bir ayartmaya karşı koyacak güçte olabileceklerini düşünebildin
mi? Kişioğlunun yaratılışı mucizeyi reddetmeye elverişli
midir? Hayatın böylesine ürkünç anlarında, ruhunun en azap
veren, yıldıran asıl sorunlarını çözmeye çalışırken yalnızca
kalbin sesini dinleyebilir mi? Ah, yüce davranışının
kitaplarda saklanacağını, zamanın, yeryüzünün en uzak sınırlarına
varacağını biliyor; kişioğlunun da, Senin peşinden gelerek,
mucizeye gereksinmeden Tanrıya kavuşacağını umuyordun. Ama kişioğlunun
mucizeyi reddettiği anda Tanrıyı da reddedeceğini, çünkü onun
Tanrıdan çok mucizeyi aradığını bilmiyordun. Mucize olmadan
yaşayabilecek gücü yoktur kişioğlunun. Hemen yeni yeni
mucizeler bulur kendine. Tanrıtanımaz, dinsiz, başkaldıran olsa
bile, üfürükçülerin, büyücü kadınların önünde diz çöker,
Alay ederek, Seni küçümseyerek “Çarmıhtan in, Tanrının oğlu
olduğuna inanalım,” diye bağırdıklarında inmedin çarmıhtan.
Kişioğlunu mucizenin gücüyle değil de, içten gelen özgür bir
sevgiyle kendine bağlamak için inmedin. Özgür sevgi tutkusuyla
yanıyordu için. Kölelerin, onları ezen büyük güce duydukları
kölece hayranlıktan nefret ediyordun. Ama fazla büyüttün gözünde
insanları, çünkü her ne kadar baş kaldıran olarak yaratılmışsa
da, köle olduklarından kuşku edilemez onların. Çevrene bakıp
kendin söyle: hangi birini kendi düzeyine çıkarabildin? Yemin
ederim ki, Senin sandığından çok daha güçsüz, bayağı yaratılmıştır
insan! Senin yaptığını yapabilir mi o hiç? Ona böylesi saygı
duyduğun için, ona artık acımıyormuş gibi davrandın, gücünü
aşan şeyler bekledin ondan. Hem kim yaptı bunu, onu kendinden çok
seven Sen! Daha az saygı duysaydın, daha az şey isterdin ondan,
sevgiye de daha yakın olurdu bu, çünkü yükü daha hafiflerdi. Güçsüzdür
kişioğlu, bayağıdır da. Günümüzde bize başkaldırmış, başkaldırıyor
diye gurur duymuş ne önemi var bunun? Çocukça bir gurur bu.sınıfta
kazan kaldırıp, öğretmeni kovan küçüklerden farkları yoktur
bunların. Ama çocukcağızların heyecanı da dinecektir bir gün,
pahalıya mal olacaktır onlara bu heyecan. Tapınakları yıkacaklar,
yeryüzünü kana boyayacaklar. Ama sonunda, başkaldıran olsa
bile, kendi başkaldırmalarına dayanamayan güçsüz baş kaldıranlar
olduklarını anlayacaklar bu budala çocuklar. Ahmakça göz yaşı
dökerek, kendilerini başkaldıran olarak yaratanın, kuşkusuz
onlarla alay etmek istediğini söylemeye başlayacaklar. Umutsuzluk
içinde söyleyecekler bunu, böyle söylemekle Tanrıya küfür
etmiş olacaklar, bu küfür daha da mutsuz kılacak onları, çünkü
insan yaratılışı küfrü kaldıramaz, her zaman kendi kendinden
öcünü alır bunun. Özgürlüğüne kavuşması için öylesine
acılar çektiğin kişioğlunun şimdiki durumunu görüyorsun işte:
Huzursuzluk, kargaşalık, mutsuzluk içinde kıvranıp duruyor! Yüce
bilgen, kitabında, ilk dirilişe katılanları gördüğünü, her
boydan on ikişer bin olduklarını söylüyor. Böylesine çok
olduklarına göre insan değildiler demek, her biri birer Tanrıydı.
Senin acına tanık oldular, kupkuru çölde böcek, bitki kökü
yiyerek yıllarca yaşadılar... öyleyse bu özgürlük çocuklarıyla,
bu özgür sevgiyle, Senin için yapılan bu yüce fedakarlıkla övünebilirsin.
Ama şunu unutma, topu topu birkaç bindi onlar, hem Tanrıydılar...
ya geri kalanlar? Geri kalan güçsüzler, güçlülerin
dayanabildiklerine dayanamadıysalar ne yapmalı? Güçsüz bir ruh
böylesine ağır mutluluğu kaldıramadı diye suçlu sayılabilir
mi? yoksa yalnız seçkinler, seçilmişler için mi geldin yeryüzüne?
Eğer öyleyse, burada bizim anlayamayacağımız bir sır var
demektir. Sırrı kabul edince de, bu sırrı insanlara anlatmaya,
kalplerinin özgür kararının, sevgilerinin önemli olmadığını,
körü körüne, hatta vicdanlarının sesine kulak asmadan baş eğmek
zorunda oldukları sırrın önemli olduğunu onlara anlatmaya hakkımız
var demektir. Biz de öyle yaptık. Yapıtına başka bir biçim
verdik, mucize, sır, otorite temeline dayandırdık onu. İnsanlar
da yeniden sürüye dönüşmelerine, onlara öylesine acı veren bu
ürkünç yükten sonunda kurtulmalarına sevindiler. Söyle, böyle
davranmakta haklı mıydık? Kişioğlunun güçsüzlüğünü
sezinleyerek yükünü hafifletmemiz onu sevdiğimizi göstermez mi?
niçin geldin, niçin engel olmak istiyorsun bize? Hem niçin öyle
durgun, sevgi dolu bakışlarla bakıyorsun yüzüme? Öfkelen,
Senin sevgini istemiyorum. Ben de Seni sevmiyorum çünkü. Hem ne
diye saklayayım bunu? Karşımdakinin kim olduğunu bilmiyor muyum
sanki! Sana söyleyebileceğim her şeyi
daha ben söylemeden bildiğini gözlerinden okuyorum. Sırrımızı
ben mi saklayacağım Senden? Belki bir de benden dinlemek istersin
onu, dinle öyleyse: Seninle değil, Onunlayız, sırrımız bu işte!
Hanidir bıraktık Seni, sekiz yüzyıldan beri Onunlayız. Tam
sekiz yüzyıl önce, Senin nefretle reddettiğin şeyi, yeryüzü
krallıklarını göstererek Sana vermek istediği o son mükafatı
aldık ondan: Roma’ya Sezar’ın kılıcına sahip olunca yeryüzünün
tek hakimi ilan ettik kendimizi. Yaptığımızı kesin bir sonuca
erdiremediysek suç kimin? Ah, hala başındayız işin, ama başladı
ya bir kez. Sona daha çok var. Toprak ana çok çekecek daha, ama
amacımıza varacağız, yeryüzüne tek başımıza hakim olacağız,
kişioğlunun topluca mutluluğunu da o zaman düşünürüz. Oysa
daha o zaman sahip olabilirdin Sezar’ın kılıcına. Niçin
teptin bu son bağışı? Yüce ruhun bu son bağışını kabul
etseydin kişioğlunu, yeryüzünde aradığı her şeye kavuştururdun.
Kime tapınacaklarında, vicdanlarını kimin ayaklarının dibine bırakacaklarında
kuşkuya düşmezlerdi. Gürültüsüz patırtısız, hep bir arada
kardeş kardeş yaşarlardı. Çünkü hep birlikte olmak isteği kişioğlunun
üçüncü, son acı kaynağıdır. İnsanlar hep birlikte olmaya yönelmiştir
her zaman. Büyük uluslar çok olmuştur tarihte, ama bir ulus büyüdükçe
mutsuzluğu da o oranda artmıştı. Çünkü yeryüzündeki bütün
insanların hep bir arada yaşaması
isteği öteki uluslardan daha güçlü yakmaya başlamıştır içini.
Timur, Cengiz-Han gibi büyük fatihler bütün dünyayı elde etmek
amacıyla yeryüzünde bir kasırga gibi esip geçmişler, ama
onlarda –belki bilmeden- hep kişioğlunun birlikte olmaya duyduğu
o aşırı tutkuya hizmet etmişlerdir. Sezar’ın kılıcını alıp
bir yeryüzü krallığı kurabilirdin Sen de, yeryüzüne huzur
getirebilirdin. Çünkü kişioğlunun vicdanını ekmeğini
bulundurandan başka kim hükmedebilir insanlara? Biz Sezar’ın kılıcını
da aldık, kılıcı ele geçirince Seni de inkar edip, Onun peşinden
gittik. Ama özgür akıl, bilim, yamyamlık rezaletinin sona
ermesine daha yüzyıllar var. Çünkü Babil kulesini bizsiz yükseltmeye
koyulan kişioğlunu en son yapacağı şey yamyamlıktır. Ancak o
zaman sürünerek gelecek yanımıza hayvan, ayaklarımızı
yalayacak, kanlı gözyaşları dökerek ağlayacak. Biz de sırtına
bineceğiz, üzerinde “Sır!” yazılı kupayı havaya kaldıracağız.
Ancak o zaman, evet ancak o zaman huzura, mutluluğa kavuşacak kişioğlu.
Seçkin insanlarınla övünüyorsan, ama yalnız onlar var
Sen’de, fakat biz tüm
insanlığı huzura kavuşturacağız. Dahası var: Seçkin olabilme
mutluluğuna erişmiş güçlülerin bir çoğu Seni beklemekten
yoruldular artık, ruhsal güçlerini başka alanlara aktardılar,
aktaracaklar da. Sonunda özgür bayrağı sana karşı kaldıracaklar.
Ama kendin verdin onlara bu bayrağı. Oysa, bizde herkes mutlu
olacak, Senin özgürlüğünde olduğu gibi her yerde baş kaldırmayacak,
birbirini öldürmeyecekler. Ancak bizim için özgürlüklerini
teptikleri, bize boyun eğdikleri zaman özgür olduklarına inandıracağız
onları. Ne dersin, haklı mı olacağız böyle söylemekte. Yoksa
aldatacak mıyız onları? Haklı olduğumuza kendiliklerinden
inanacaklar, çünkü Senin o özgürlüğünün onları ne denli
korkun bir köleliğe, kargaşalığa sürüklediğini anımsayacaklar.
Özgürlük, özgür akıl, bilim öylesine çıkmaza sokacak onları,
öylesine mucizeler, çözülmemiş sırlar çıkaracak karşılarına
ki, bazı dik başlılar, azgınlar kendi kendilerini yiyecekler, öteki
az güçlü dik başlılar birbirlerini yok edecekler, geri kalan güçsüzler,
mutsuzlarsa sürünerek bizim ayaklarımızın dibine gelecek, şöyle
bağıracaklar: “Evet, haklıydınız, O’nun sırrı yalnız
sizin elinizdeymiş. Size geliyoruz, kendi kendimizden kurtarın
bizi.” Bizden ekmeği alırken, bunda mucize falan olmadığını,
taşı ekmek yapmadığımızı, onların yaptığı ekmeği, gene
onlara vermek için ellerinden aldığımızı açık seçik görecekler
elbette. Ama ekmek bulduklarından çok, onu bizim elimizden aldıklarına
sevinecekler! Çünkü bizden önce yaptıkları ekmeğin ellerinde
taş olduğunu, oysa bize dönünce ellerindeki taşın ekmek olduğunu
hiç unutmayacaklar. Boyun
eğmenin değerini çok iyi anlayacaklar! Kişioğlu bunu anlamadığı
sürece mutsuz olacaktır. Bu anlayışsızlığın suçu kimindir?
Söyle. Sürüyü kim dağıttı? Kim bilinmez yollara sürükledi
onu? Ama gene toplanacaktır sürü, gene yola gelecektir. O zaman
sakin, huzur dolu bir mutluluk vereceğiz onlara. Onlar gibi güçsüz
yaratıkların aradığı mutluluktur bu. Sonunda öğreteceğiz
onlara gururlu olmayı. Çünkü yükselttin onları Sen, gururlu
olmaya alıştırdın. Güçsüz yaratıklar, zavallı çocuklar
olduklarını, asıl tatlı olanında çocukların mutluluğu olduğunu
kanıtlayacağız onlara. Ürkecek, gözümüzün içine bakmaya başlayacaklar,
korkuyla bize sokulacaklar. Şaşacaklar bize, korkacaklar, böylesine
heyecanlı milyarlık bir sürüyü sakinleştirecek kadar akıllı,
güçlü olduğumuz için övünecekler bizimle. Öfkelenmemizden çok
korkacaklar. Akılları zayıflayacak, çocuklar, kadınlar gibi
sulu gözlü olacaklar, ama en küçük bir işaretimizle hemen neşeleniverecekler.,
gülmeye, çocuksu bir mutluluk içinde şarkı söylemeye başlayacaklar.
Evet, çalışmaya zorlayacağız onları, ne var ki boş zamanlarında
yaşantılarına çocukça bir oyuna çevireceğiz, koroyla çocuk
şarkıları söyleteceğiz, masum danslar ettireceğiz. Ah, günah
işlemelerine de izin vereceğiz. Zayıf, güçsüz yaratıklardır
onlar, günah işlemelerine izin veriyoruz diye çocuksa bir
sevgiyle bağlanacaklar bize. Bizim iznimiz olursa her çeşit günahın
bağışlanacağını söyleyeceğiz. Onları sevdiğimiz için izin
vereceğiz günah işlemelerine, bu günahların cezasını da üzerimize
alacağız. O zaman, günahlarının sorumluluğunu Tanrı önünde
üzerine alan velinimetler diye aşırı saygı duyacaklar bize.
Bizden gizli hiçbir şeyleri olmayacak. Karılarıyla,
metresleriyle yaşamalarına, çocuk yapmalarına –hep bize gösterecekleri
bağlılığa bakarak- ya izin verecek, yada vermeyeceğiz. Seve
seve, gönülden dinleyecekler sözümüzü. Vicdanlarının en acı
sırlarını, her şeylerini bize açacaklar, biz karar vereceğiz,
bizim söylediğimize sevinerek inanacaklar, çünkü vereceğimiz
karar büyük bir üzüntüden, şimdiki özgür karar vermenin
korkunç acısından kurtaracak onları. Herkes, birkaç yüz bin yönetici
dışında milyonlar mutlu olacak. Yalnızca bizler, sırrı
ellerinde bulunduran bizler mutlu olmayacağız. Milyarlarca mutlu
çocuğun yanında, iyilikle kötülük kavramlarının lanetini üzerine
almış yüz bin çilekeş bulunacak. Senin uğruna sessizce ölecekler.
Ama bizler sırrı saklayacağız. Onların mutluluğu için göksel,
ölümsüz mükafatla bu yana çekeceğiz onları. Çünkü öte dünyada
bir şeyler olsa bile, böyleleri için değildir bu. Bir gün gene
geleceğini, seçtiğin gururlu güçlülerinle geleceğini, gene
yeneceğini söylüyorlar, ama biz de onların yalnızca kendilerini
kurtardıklarını söyleyeceğiz. Hayvanın sırtında oturup
elinde sırrını tutan şaşkının alaşağı edileceğini, güçsüzlerin
yeniden baş kaldırarak sırtlarındaki rahibin cüppesini parçalayacaklarını,
“iğrenç” bedenini çırılçıplak edeceklerini söylüyorlar.
Ama o zaman ben ayağa kalkacağım, günahı tanımayan milyarlarca
çocuğu göstereceğim Sana. Bizler, onların mutluluğu için günahlarını
kabullenen bizler, karşına dikilip şöyle bağıracağız:
“Elinden gelirse, yapabilirsen bizi yargıla. Şunu bil ki, ben
korkmuyorum Senden. Şunu bil ki, bende çöldeyim, bende böcek,
bitki kökü yedim, insanlara bağışladığın özgürlüğü ben
de kutsadım, “sayıyı tamamlamak için” Senin o seçkinlerinin,
güçlülerinin arasına girmeye ben de can atıyordum. Ama kendime
geldim, çılgınlığa hizmet etmekten kaçındım. Geri dönüp,
Senin yapıtını düzelten gruba katıldım. Gururlulardan ayrıldım,
onları mutlu kılmak için alçak gönüllülerin yanına döndüm.
Sana bu söylediklerim gerçekleşecektir, krallığımız yükselecektir.
Gene söylüyorum, yarın göreceksin bu söz dinler sürüyü: Bir
işaretimle, bize engel olmak için Seni yakacağım ateşi tutuşturmaya
koşacaklar. Evet, yakılmayı en çok hak eden biri varsa, o
Sensin. Yarın yakacağım Seni. Dixi.”
İvan sustu. Konuşurken coşmuş, heyecanlanmıştı.
Sözünü bitirince birden gülümsedi.
Onu sessizce dinleyen Alyoşa da sonlara doğru aşırı
heyecanlanmış, ağabeyinin sözünü kesmeyi birçok kereler
istemişti ya, tutmuştu kendini. Şimdi yerinden hafifçe doğrularak,
yüzü kıpkırmızı,
-Ama... saçmalık bu! Dedi. Şiirin, düşündüğün
gibi kötülemiyor, övüyor İsa’yı... Hem özgürlük üzerine
söylediklerine kimi inandırabilirsin? Böyle mi, böyle mi anlamalı
onu! Ortodokslukta olan bu düşünce midir?.. Roma’yı, hatta
Roma’da bir bölümü almışsın ele. Doğru değildir bu...
Katolikliğin en kötü yanlarını, engizisyoncu gibi hayali bir
insan da olamaz. İnsanların hangi günahlarını almış üzerine?
İnsanların mutluluğu için lanetlemeye razı olan sır taşıyıcıları
kimlermiş? Ne zaman görülmüşler? Cizvitler üzerine birçok şey
biliyoruz, iyi söylemiyorlar onlar için, anlattığın gibi
midirler acaba? Hiç de, hiç de... Başında Roma’nın en büyük
din adamı bulunan Roma ordusudur onlar yalnızca... dünyayı bir
kralın buyruğunda toplamak amacıyla kurulmuş bir ordu... onların
ülküsü budur işte, ama sır yada yüce keder değildir düşündükleri...
Başkalarını kendilerine köle etme isteğidir bu yalnızca, iğrenç
bir tutku... gelecekte, bizim eski köleliği andıran bir devir
yaratmak peşindeler... kendileri de kölelerin sahipleri
olacaklar... Belki Tanrıya bile inanmıyorlardır. Senin acı çeken
engizisyoncun yalnızca bir hayaldir...
İvan gülümsedi.
-Dur canım dur, amma heyecanlandın. Hayal
diyorsun öyle olsun! Elbette hayaldir. Ama izin ver: Son yüzyılların
Katolik hareketlerinin sırf başkalarını kendilerine köle etme
isteğinden, iğrenç bir tutkudan doğduğuna gerçekten de inanmıyor
musun? Paisiy peder mi öğretti bunları sana yoksa?
-Hayır, hayır tam tersine, Paisiy peder bir
keresinde seninkine benzer şeyler bile anlattı...
birden toparlandı Alyoşa:
-Tam benzemiyordu kuşkusuz, hiç de
benzemiyordu.
-Gerçi “hiç de benzemiyordu” diyorsun ya,
gene de önemli bir açıklama bu. Şunu soruyorum sana: Senin
Cizvitler, engizisyoncular niçin yalnızca iğrenç maddi çıkarları
uğruna birleşirler? Niçin aralarından derin acılar duyan,
insanlığı seven bir çilekeş çıkmaz? Tut ki tüm bu iğrenç
maddi çıkar peşinde koşan kalabalık arasından benim ihtiyar
engizisyoncu gibi çölde bitki kökleri yemiş, özgür, erdemli
olmak için elinden geleni yapmış, ama ömrü boyunca insanları
sevmiş, sonra birden erdeme ulaşınca, kişinin erdeme ulaşıp da
milyonlarca yaratığın yalnız alay edilmek için dünyaya geldiğini,
özgürlüklerini kaldıracak güçte hiçbir zaman olamayacaklarını,
zavallı baş kaldıranlar arasından kuleyi tamamlayacak güçlülerin
hiçbir zaman çıkmayacağını, büyük ülkücünün düşündüğü
mutlu hayatın bu kazlara göre olmadığını görmek hiç de iç açıcı
bir şey olmadığı bilincine varmış bir kişi çıktı. Bütün
bunları anlayınca döndü, akıllı insanların arasına katıldı...
Olamaz mı böyle bir şey?
Alyoşa coşmuş gibi, yüksek sesle,
-Kimlerin, hangi akıllı insanların arasına
katıldı? dedi. Ne akıl var onlarda, ne de sır... Yalnızca Tanrıtanımazlıkları
var, o kadar, bütün sırları da bu. Senin engizisyoncun Tanrıya
inanmıyor, sırrı bu işte!
-Öyle de olsa ne çıkar! Sonunda anlayabildin.
Gerçekten de öyledir hem, gerçektende bütün sır bundadır. Ama
onun gibi, dinsel kahramanlık uğruna ömrünü çölde geçirdiği
halde insan sevgisinden kurtulamamış bir kimse için bile olsa,
bir acı değil midir bu? Son günlerinde güçsüz başkaldıranların.
“alay için yaratılmış, denemelik yaratıklar”ın yaşantısına
ancak yüce, yüce korkunç ruhun öğütlerinin bir çeki düzen
verebileceğini açık seçik görüyor. Bu bilince vardıktan sonra
zeki, korkunç ölüm ruhunun gösterdiği yoldan gitmenin gerektiğini,
bunun için de bu zavallı körler hiç değilse yolda kendilerini
mutlu sansınlar diye nereye götürüldüklerini bilmemeleri için
yol boyunca kandırılmalarının zorunlu olduğunu gördü. Şunu
da unutma ki, ülküsüne ömrünce inandığı yaratığın adına
kandırıyor ihtiyar? Mutsuzluk değil de nedir bu? “Yalnızca iğrenç
tutkular peşinde” olan ordunun başına böyle bir kimsenin geçmesi...
felaketin gelmesi için böyle birisi yetmez mi? dahası var:
Ordusuyla, Cizvitleriyle Roma ülküsünün sonunda yeniden
canlanması için başta böyle birinin bulunması yeter de artar
bile. Açık söylüyorum sana: bu çeşit hareketlerin başında
her zaman benim ihtiyar gibi kimselerin bulunduğu kanısındayım.
Kim bilir, belki Romalı din büyükleri arasında da vardı böyleleri.
Kim bilir, insanlığı kendince, inatla böylesine seven bu lanetli
ihtiyar gibileri günümüzde de sürüyle vardır. Güçsüzleri
mutlu etmek amacıyla sırrı onlardan saklamak için çok eskiden
gizli bir birlik kurmuşlardır... Hiç kuşku yok ki böyledir bu,
böyle olması da gereklidir. Hatta masonların bile bu sırra
benzer bir şeyleri olduğunu sanıyorum. Katolikler onları
kendilerine rakip gördükleri, ülkünün birliğini parçaladıkları
için –çünkü tek k sürüye tek çoban olmalıdır- nefret
ediyor olmalıdırlar masonlardan. Bununla birlikte, kendi görüşümü
savunurken, senin eleştirine katılmayan bir yazar hali var bende.
Bırakalım bu konuyu artık.
Alyoşa kendini tutamayarak birden derin bir
kederle,
-Belki sende masonsun! Dedi. Tanrıya inanmıyorsun.
Ağabeyinin ona alaylı alaylı baktığını görünce
yere bakarak birden,
-Şiirin sonu nasıl? diye sordu. Yoksa bitti mi?
-Şöyle bitirmek istiyorum onu: Engizisyoncu
sustuktan sonra, tutsağının bir şey söylemesini bekliyor bir süre.
Onun hiç bir şey söylememesi ağır gelmektedir ihtiyara. Tutsağın
dikkatle, sakin sakin gözlerinin içine bakarak onu dinlediğini görmüştü,
itiraz edeceğe hiç benzemiyordu. Acı, korkunç da olsa, bir şey
söylemesini pek isterdi. Ama O, sessizce ihtiyara yaklaşıyor
birden, buruşuk, kansız dudaklarından yavaşça öpüyor. Yanıtı
bu oluyor işte. İhtiyar ürperiyor. Dudaklarının ucunda bir şeyler
kıpırdıyor. Gidip kapıyı açıyor, şöyle diyor ona: “Hadi
git, bir daha gelme... hiç gelme... hiç, hiç!” sonra “kentin
karanlık alanları”na çıkarıyor O’nu. Tutsak gidiyor.
-Ya ihtiyar?
-Öpüş yüreğini yakıyor, ama eski düşüncesinden
dönmüyor.
(*)
Engizisyoncuların dine karşı suç işleyenleri yaktıkları
ateş
|